KUDÜS’ün statüsüne ve genel olarak Filistin sorununa adalet ve hakkaniyet eksenli olarak bakıldığında, Filistin topraklarını işgal ve terör yoluyla gasp etmiş olan İsrail’in Filistin topraklarındaki hâkimiyetinin uluslararası hukuk açısından tamamıyla yasa dışı olduğuna hükmetmek gerekir. Hem 1922-1947 yılları arasında (1917-1922 arasında ise Filistin’de İngiliz askerî yönetimi hâkim olmuştur.) hüküm süren İngiliz Manda yönetimince izlenen politikalar, hem de Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nun 1947’de Filistin’i ikiye bölme planı, İsrail’in ‘devlet’ olma mücadelesinin yasa dışı ve gayrimeşru olduğuna işaret etmektedir: Birincisi, Yahudilerin Filistin topraklarına genellikle İngiliz Manda yönetiminin gözetiminde getirilmesi, bir insan grubunun başkalarına ait topraklara yapay olarak göç ettirilmesi itibarıyla bir yanıyla ‘sömürgecilik’ olarak,bir yanıyla da Yahudilere peşkeş çekilen topraklarda kahir ekseriyeti oluşturan Filistin halkının ‘kendi geleceğini belirleme hakkı’nın (self-determination) açık bir gaspı niteliğiyle tebarüz etmiştir. Her iki durumda İsrail devletinin kuruluşuna giden sürecin uluslararası hukuk açısından ‘sakat’ olduğunu göstermektedir. İkincisi, BM Genel Kurulu, BM Kurucu Antlaşması’na göre ‘bağlayıcı’ karar alma yetkisine sahip değildir. O nedenle 181 sayılı taksim kararı hukuken geçersizdir. Üstelik bu karar tasarısı daha önce iki kez Genel Kurul’da üçte ikilik oy çokluğunu yakalayamamış, üçüncü kez yapılan oylama öncesinde ve sırasında ABD bu plana olumlu oy vermeleri için birçok ülkeye ya vaatlerde bulunmuş ya da onları tehdit ve şantajla yıldırmıştır. Tehdit ve şantajla alınan kararlar ise devletlerin serbest iradelerine yönelik açık bir saldırı niteliğinde olduğundan, uluslararası hukukça yasaklanmıştır. O nedenle adalet ve hakkaniyet eksenli bir uluslararası hukuk yaklaşımı içinde bakıldığında, İsrail’in hem yasal hem de meşru olmaktan uzak bir ‘devlet’ olduğu görülecektir. O nedenle hem Filistin’in hem de pek tabii olarak (birleşik) Kudüs’ün Filistin halkına ait olduğunu belirtmek gerekir. Buna karşılık, Kudüs ve daha genel olarak Filistin meselesine, küresel güç dengelerini ve bir kısım oldubittileri göz ardı etmeyen bir tutumu esas alarak, yani adalet kaygılı ve hakkaniyetçi değil, ‘soğuk’ bir pozitif hukuk penceresinden bakıldığında, uluslararası hukuk planında ortaya çıkacak tablo karşımıza farklı bir resim çıkarmaktadır. Bu yazının bundan sonraki kısmında yapılacak tahliller, bu türden bir uluslararası hukuk yaklaşımını esas almaktadır. En başta belirtelim ki, Kudüs, tüm semavi dinler için kutsal olan, değeri ve önemi kuşku götürmeyen bir şehirdir. Biz Müslümanlar için Kudüs, en başta Peygamber Efendimizin (s.a.s.) miraç yolculuğunun ilk durağı ve Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’ya ev sahipliği yapması itibarıyla kutsal bir beldedir. Tam dört yüz yıl boyunca Osmanlı Devletinin egemenliği altında kalan Filistin, Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından işgal edilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı daha bitmeden, 1917’de, Filistin topraklarını işgal etmiş olan İngiltere, tüm dünyaya ilan ettiği Balfour Bildirisi ile Filistin’de Yahudiler için bir ‘ulusal yurt’ oluşturulacağı ‘müjdesini’ (!) vermiştir. İçinde Kudüs’ü de barındıran Filistin toprakları 1922 yılında Milletler Cemiyeti’nin gözetim ve denetimi altında, İngiliz Manda rejimi altına girmiştir. Filistin’i manda rejimine bırakan uluslararası hukuk belgesinde Kudüs’ün statüsüne ilişkin özel bir hüküm yoktur; buna karşılık 13. ve 14. maddeler, buradaki kutsal mekânlara ilişkin bazı güvenceler getirmektedir. Manda yönetimi sırasında bir bütün olarak Kudüs, Filistin topraklarının ayrılmaz bir cüzünü teşkil etmiş ve hatta bu şehir Manda yönetimi altındaki Filistin’in yönetim merkezi konumunda olmuştur. BM Genel Kurulu’nun Filistin topraklarının Araplar ve Yahudiler arasında taksimine ilişkin 1947 yılında kabul ettiği 181 sayılı karar ise, Kudüs’ün, yönetimi BM’ye bırakılmak üzere ‘uluslararası’ bir şehir statüsünde olmasını öngörmüştür. Uluslararası hukukta bu türden bir hukuksal statüye corpus separatum denmektedir. Bilindiği üzere, Kudüs’ün ‘uluslararası’ bir rejim altına konmasını (da) öngören bu taksim planı tam anlamıyla hayata geçirilememiştir. Bu plana önceleri ‘soğuk’ bakan Siyonistler (Kendisine Filistin topraklarında devlet kurmayı hedef edinen Ya hudi milliyetçiliği) bir süre sonra taksim planını desteklediklerini bildirdiler. Arap ülkeleri ise, kuşkusuz haklı gerekçelerle bu planı ellerinin tersiyle itmişler, BM Kurucu Antlaşması hükümlerine göre, bağlayıcı olması hukuken mümkün olmayan 181 sayılı BM Genel Kurul kararında Filistin topraklarının yüzde 56’sının, birçoğu kısa bir süre önce bu topraklara göçen, fakat buna rağmen 1947 yılına gelindiğinde Filistin coğrafyasındaki nüfusun yalnızca üçte birini teşkil eden, buradaki arazilerin en iyi ihtimalle yüzde 7’sine sahip olan Yahudilere bırakılmasının akıl, izan ve adaletle bağdaştırılamayacağını ifade etmişlerdir. Taksim planı çerçevesinde ‘uluslararası’ bir şehir statüsüne ko
nulmuş olan Kudüs, 1948-49 Arap-İsrail savaşları sırasında İsrail tarafından işgal edilmiştir. Buna karşılık, Ürdün de Doğu Kudüs’ü işgal etmiştir. (Ürdün, 1988’de buradaki egemenlik iddiasından vazgeçmiştir.) Başka bir deyişle, Kudüs bu savaştan sonra fiilen ikiye bölünmüştür. İsrail’in Batı Kudüs üzerindeki egemenlik iddiaları bugüne dek uluslararası toplumca açıkça tanınmış değildir. Buna karşılık birçok devlet İsrail’in Batı Kudüs üzerindeki kontrolünü fiilî olarak (de facto) tanımıştır. 1949’da imzalanan İsrail-Ürdün Genel Ateşkes Anlaşması, Kudüs’ün bu fiilî bölünmüşlüğünü onaylamıştır; lâkin bu durum Kudüs’ün hukuki statüsü üzerinde herhangi bir etkide bulunmamıştır.
İsrail, 1948’de ‘işgal’ yoluyla ele geçirdiği Batı Kudüs’ü İsrail devleti ile bütünleştirmek için bir dizi girişimde bulunmuştur. Söz gelimi, İsrail Yüksek Mahkemesi Eylül 1948’de buraya taşınmış, Parlamento ise 1949’da burada toplanmıştır. Ardından birçok bakanlık ve kamu kurumu buraya taşınmıştır. 1950’de ise, doğusu kendi hâkimiyetinde olmadığı hâlde, Kudüs İsrail’in başkenti ilan edilmiştir. Kuşku yok ki, İsrail’in ‘devlet’ olarak tanınması, onun Manda yönetimi altındaki Filistin topraklarının bütünündeki egemenlik iddiasının tanınması anlamına gelmemektedir. O hâlde 1948’de ‘devlet’ olma iddiasıyla zuhur ettiğinde İsrail’i ‘tanıyan’ bir devlet, taksim planında öngörülen, Manda yöneti mi altındaki Filistin topraklarının yüzde 56’sında kurulmuş olan devleti tanımış olmaktadır. Başka bir deyişle, böyle bir tanıma İsrail’in 1948-49 Arap-İsrail savaşında başta Batı Kudüs olmak üzere ele geçirdiği geniş toprakların (1949 Ateşkes Sınırları) yasal olarak İsrail’e ait sayıldığı anlamına gelmemektedir. İsrail işgal yoluyla ele geçirdiği Batı Kudüs’ü bu tarihten sonra kendi ülke topraklarının bir parçası olarak uluslararası topluma kabul ettirme stratejisi izlemiştir. Oysa askerî güç kullanımı yoluyla toprak ele geçirilmesi 1945 tarihli BM Kurucu Antlaşması çerçevesinde (2/4. madde) yasaklanmıştır. Nitekim Haziran 1967’de patlak veren ve İsrail’in komşu Arap ülkelerine saldırısıyla Altı Gün Savaşı sonrasında, İsrail’in Kudüs’ün tamamı üzerindeki egemenlik iddiası, BM tarafından hep reddedilmiştir. İsrail’in bu savaşta ele geçirdiği geniş topraklar arasında, o sırada Ürdün hâkimiyetinde bulunan Doğu Kudüs de vardı. İsrail BM Güvenlik Konseyi’nin kabul etmiş olduğu 242 sayılı karara rağmen, bazı istisnalar hariç, işgal ettiği topraklardan bugüne dek çekilmemiştir. Daha da ötesi, bu yazının konusu olan Batı ve Doğu Kudüs’ü birleştirmek amacıyla, İsrail, medeni hukukunu Doğu Kudüs’e de teşmil etmiştir. Yine aynı devlet, 1980 yılında çıkardığı bir yasa ile birleşik Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu ve bu
şehrin bundan böyle önemli bazı devlet kurumlarına ev sahipliği yapacağını ilan etmiştir. Bu yasa ile İsrail Doğu Kudüs’ü resmen ilhak ettiğini ilan etmemiş olsa da, bu durum, yani birleşik başkent olma iddiası, aslında fiilî bir ilhaktan başka bir şey değildir. Nitekim 20 Ağustos 1980 tarihinde BM Güvenlik Konseyi’nce kabul edilen bir kararda, İsrail’in kabul ettiği bu yasa çok güçlü ifadelerle kınanmış, bu durumun uluslararası hukukun açık bir ihlali olduğu ifade edilmiştir. Kararda tüm devletlere çağrı yapılarak Kudüs’ün statüsünü tek yanlı olarak değiştiren bu yeni yasayı ‘tanımamaları’ istenmiştir. Son olarak, bu kararda, Kudüs’e taşınmış olan yabancı elçiliklerin misyonlarını buradan geri çekmeleri talep edilmiştir. Öte yandan, İsrail, 1967 savaşı sonrasında Filistinlilerin yaşadığı Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te yasa dışı yerleşimler inşa etmeye başlamıştır. Bugün yüzbinlerce Yahudi yerleşimci buraları mesken edinmiş bulunmaktadır. Bu durum savaş hukukunu düzenleyen 1949 tarihli Cenevre Sözleşmelerinin ve teamül hukuku kurallarının açık bir ihlali niteliğindedir. Bu yasa dışı yerleşimlerin bir oldubitti ile uluslararası hukuk açısından yasallık kılıfına büründürülmesi söz konusu olamaz. Uluslararası toplumun Filistin’in dramına kayıtsız kaldığı düşünülürse, Kudüs’ün nihai statüsünün, İsrail ve Filistin tarafları arasında kabul edilen 1993 tarihli İlkeler Bildirisi ve 1995 tarihli Ara Anlaşma’da öngörüldüğü üzere, İsrail ile Filistin arasındaki nihai bir barış anlaşmasına göre şekilleneceği ileri sürülebilir. Şayet müzakereler normal bir diplomatik seyir izliyor olsaydı, bu mübarek şehrin İsrail ile Filistinliler arasında bölünüp bölünmeyeceği, birleşik Kudüs’ün başlangıçtaki taksim planında öngörüldüğü üzere uluslararası bir yönetim altına bırakılıp bırakılmayacağı, ya da herhangi bir başka rejime tâbi kılınıp kılınmayacağı taraflar arasındaki müzakereler sonunda belirleniyor olacaktı. Ne var ki, İsrail’in ‘barış süreci’ konusunda samimiyetsiz olduğu bugüne dek defalarca tescillenmiş bulunmaktadır. Çeçenlerin Rusya için söylediği bir sözden yola çıkarak, bu saldırgan ve hukuk tanımaz devlete ilişkin şunu söyleyebiliriz: “İsrail’le yapılan bir anlaşma, ancak metnin üzerine yazıldığı kâğıt değerindedir!” Öyleyse, şu hususları vurgulayarak yazımıza son verelim: İsrail’in Kudüs üzerindeki egemenlik iddiasının sağlam dayanakları yoktur. Taksim kararı olarak bilinen 1947 tarihli 181 sayılı BM Genel Kurul kararı, Kudüs’ün ileride Yahudilerce kurulması düşünülen devletin (İsrail) sınırları içinde olacağını öngörmekten uzaktır; aksine, bu kararda, Kudüs’ün ‘uluslararası’ bir şehir olması (corpus separatum) ve BM’nin idaresi altına konması öngörülmüştür. (Tabii, unutmamak gerekir ki, BM Genel Kurul kararları ilke olarak bağlayıcı değildir.)
İsrail, bugün, hem Batı hem de Doğu Kudüs’ü (muharip) ‘işgalci’ devlet olarak elinde tutmaktadır. Uluslararası hukuka göre askerî güç kullanımı yoluyla toprak işgali, işgalci devlete o topraklar üzerinde egemenlik hakkı vermemektedir. O nedenle, İsrail’in Kudüs’ün bütünü üzerindeki hâkimiyet iddiası uluslararası hukuka göre geçersizdir. İnşallah birleşik bir Kudüs’ün Filistin devletinin başkenti olduğu günleri de göreceğiz. Kudüs’ün hem Osmanlılar hem de İngiliz Mandası döneminde Filistin topraklarının mütemmim bir cüzü ve idari başkenti olduğu düşünülürse, Filistin halkının (bir bakıma, aynı zamanda, İslam dünyası adına) Kudüs üzerindeki egemenlik iddiasının sağlam hukuki temelleri olduğu görülecektir.
Prof. Dr. Berdal Aral Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
"Bu yazı Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanan Diyanet Aylık Dergi'nin Temmuz 2015 sayısında yayınlanmıştır."
|